27 Kasım 2008 Perşembe

Değişiklik

Değişikliğin sebebini, bir el parmaklarının 5'te 1'ini oluşturan okuyucu kitlem(!) merak etmiş olabilirler.Bu yüzden,yazmak lazım diye düşündüm.Yazalım,işimiz bu zaten.Bu blog bunun için var,bende bunun için buradayım.

Flush Royale: Kısaca özetleyecek olursak; Poker'deki en yüksek kağıt dizisi. Öyle mucizevi bir şeydir ki, insana kolaylıkla "Rest" dedirtebilir. Kısacası; Kazanırsınız.

Bende öyle sanıyordum. Fakat,anladığım kadarıyla çok az şeyi kazanabilmişim. Bunu da, değil Flush ile en fazla kent ile yapmışımdır. Oysa ki, neler neler kaybetmişim hayat denen masada. Hesaplayamadım..

Bu yüzden, tezat bir şarkı adı olan ve benim çok hoşuma giden Yavaş Çita'yı kullanayım dedim. Kazanamadıysam, kaybetmişimdir ve yavaş bir çita daima kaybeder.

18 Kasım 2008 Salı

Pasta Tarifi

Gecelere ve sabahlara dair yazdığım yazılar o kadar çoklar ki; Artık, bu sıradan şeyleri kullanmayacağım sanırım. Bu yazıyı bile, uykusuz geçen gecenin bir sabahında yazıyorken bunu nasıl söyleyebilirim bende bilmiyorum ama büyük bir ihtimalle, alışkanlıklarını kolay kenara atamayan biri olarak, bunu da beceremeyeceğim. Verdiğim bir çok sözü tutamadığım gibi, bunu da yapamayacağım.

İmza
Ben...

Şimdi başlayalım yazımıza. Elimizde olanları bir inceleyelim, bu iş biraz pasta, börek, çörek yapmaya benziyor. Malzemeler var, onları kullanarak yazıyorum, fırına vermek yerine sizlerin okuyabileceği yerlere gönderiyorum. Olay bundan ibaret, kısacası herkes yazabilir. Bu tanrı vergisi bir şey değil anlayacağınız. Bende, özel bir adam değilim zaten.

Malzemelerimiz neler; Bir adet Klavye, bir adet Not defteri, tüm bunları görebilmek için bir adet Ekran. Eğer, "Ben eski kafalı bir adamım." Diyorsanız. Bir yemek kaşığı kağıt ve bir adet kalem yeterli olacaktır. Tabi, un misali yazının özünü oluşturan en önemli malzemeyi unutmamak lazım. O da; Konu...

Buraya, "Şimdi benim bir konum yok." diye yazacaktım ama aslında var. Konu, olayın işleyişinden ibaret sadece, basit yani. Tabi, insanın konuyu kaç derecede pişireceğide mühim. Çok fazla ateşlerseniz yazıyı, yakarsınız. Kısık ateşte giderse olay, okuyacak adam sıkılır haliyle.

Malzemeleri ve püf noktaları verdikten sonra, nasıl yapıyoruz bu işi bir bakalım. Aslında, insanın aç olması lazım yazmaya. Yani, ilham perisi muhabbetleri falan yalan. Ben 32 Saat ayakta kaldığımı bilirim, gözlerimi kırpmadığım vakitler oldu. Hiç görmedim...

Ve ya, ne bileyim Stephen King'in tanımlaması ile kağıdın ( ya da ekranın) ortasında beliren o kara deliği falanda görmedim. Öyle olsa, bilgisayarın ekranı bozulurdu galiba... Sanmıyorum, yok öyle şeyler. Açsan yazmaya, yazarsın. Neyse...

Oturuyorsunuz, yazının acı mı, tatlı mı, ekşi mi, tuzlu mu olduğuna karar veriyorsunuz önce. Ardından, konu dediğimiz ana malzemenin üzerine yoğunlaşıp, yoğuruyorsunuz. Bunu yiyecek kişide önemli tabi, eğer yazıyı yiyecek kişinin ağzının yanmasını istiyorsanız acılı yapıyorsunuz, sevinmesini istiyorsanız tatlı yapıyorsunuz. Elbette, bu çok şıralı olmuş diyerek beğenmeyenlerde var. Yerseler...

Birde, Hijyen mevzusu var tabi. Genellikle, tavsiye ettiğimiz temiz olmasından yanadır lakin öyle yazılar vardır ki, istediğin kadar hijyenik davran, yinede kirlidir. Kokoreç misali...

Sonuç olarak; Yukarıda belirtmiş olduğum gibi, bu iş pasta yapmaya benzer. Kimileri yer beğenir, kimi yemediği halde beğenir, kimisi yer beğenmez veasire... Ama en güzel yanı; Kim ne derse desin, sen beğenirsin...

6 Kasım 2008 Perşembe

Düşler Bahçesinde Yaşam

Önce tohumlar düştü tarlaya,bilindik tohumlardan daha farklı.İçinde kan misali,koyu kırmızı renkli bir sıvıyla dolu. Dışı şeffaf,sert zarla kaplı tohumlar...

Burası benim bahçemdi.İçine çeşitli güzellikler ektiğim,mutluluklar yetiştirdiğim bir düşler tarlası.Hayallerle sular,parmaklarımla hasat ederdim yetiştirdiğim güzel kız ve erkek çocuklarını.Bir anne şefkati ile besler,nazikçe çıkarırdım ayaklarını topraktan.Sonra kadifeden kanatlar yapar,gökyüzüne bırakırdım onları; Uçmaları için...

Böylece geçip giderdi günlerim,böylece uçup giderdi hayallerim.Asla üzülmezdim gittikleri için,bilirdim ki yeni güzellikler yetiştireceğim bahçemde.Yeni umutlar doğuracak tarlam,yeni yüzleri tanıyacak...

Tarihini bilemediğim bir günün gecesinde, dolunayın ışıkları düşerken tarlalarıma, bir bir ekiyordum tohumların nicesini nemli topraklarıma. Kir tutmayan ellerim ve ellerim kadar temiz yüreğimle... Ay ışığında söylediğim şarkılarla....

Sonra seni gördüm. Küçük çocukların,özenerek sakladığı rengarenk misketler gibi ışığa tutulduğunda parlayan. İşte öyle parlıyordun ay ışığının altında. Avcumun içini huzur verici kızıl bir ışıkla dolduruyordun. Bıraktığım gibi tohumları,koştum iskambil kağıtlarından yaptığım evime. Karanlıkta baktım sana, ay ışığından uzakta. "Sadece ışıkta mı parlıyordu?" Diye sorarken kendi kendime. Oysa sen,tüm karanlıklara rağmen sürdürdün huzurla dolu kızıl parıltını...

Anladım ki; Farklısın...

Senin için tarlama küçük bir bahçe yaptım.Çevresini,tahtadan oyduğum oyuncaklarla doldurdum.Etrafına; Güller,Laleler,Açelyalar,Fulyalar,Menekşeler ektim.Sana arkadaşlık etsinler,yokluğumda yalnız bırakmasınlar diye... Tüm bunlar göstermelikti oysa,seni asla bırakmayacaktım.Ne olursa olsun,yanında kalacaktım.

İşte böyle başladı herşey...

Büyüdün yavaşça,bahçeme ektiğim tüm çocuklardan daha güzeldin sen.Doğanın bir armağınıydın bana. Onun her güzelliğini,ondan almıştın sanki. Koyu kestane saçların,bembeyaz tenin,sürekli gülmekten yukarıya kıvrılmış dudakların ve gözlerin,daha bir tohumken ışık saçmaya başlayan gözlerin,yine parlıyordu güneşleri kıskandırırcasına...

The Carpenters ezgileri ile büyüttüm seni.Korkuluk diye mermerden tanrıça heykelleri diktim bahçenin yanına,güzelliğin yanında o kadar çirkinlerdi ki; görenler korkar diye... Ve uçaksavarlarla kovaladım kargaları gökyüzünden.Tepende uçuşan arılardan kıskandım seni.Ve öldürdüm hepsini sana dokunamasınlar diye.Öyle kutsaldın ki benim için...

Ve tam anlamıyla büyümüştün işte,sen büyürken solmuştu tüm bahçem,onlara göstermediğim ilgisizlikten.Kendi kendimi de bitirmiştim seni büyütürken,kazâra yaralandığında kendi kanımı koymuştum damarlarına,sen ölmeyesin diye.

Kanatlar istedin benden.Elmastan,altından,yeşim taşından kanatlar yaptım sana,güzelliğine güzellik katsınlar diye.Oysa sen,öyle narindi ki; Taşıyamazdın hiç birini... Ve yakışmazdı diğerleri sana,uygun durmazdı mükemmelliğin yanında.Sonra,ipekte karar kıldım...

Günlerce uğraştıktan sonra bitmişti hazırlıklarım.Bembeyaz ipekten kanatlarını altından ipliklerle dikmiştim.Tenini acıtmasın diye korka korka takmıştım kollarına.Sevinmiştin. Her zamankinden daha mutluydun ve bir kiraz çiçeği açmıştı dudaklarının kenarında...

Sonra korktum.Kanatlarını her çırpışında,kalbim dahada hızlı atar olmuştu düşeceksin diye.Günlerce uğraşmıştım,bir aksilik çıkmaması için.Çıkmamıştı... Beyaz bulutların arasında kaybolurdun,her seferinde bir adım daha uzağa koşardım peşinden kaybetmemek için seni.Yere indiğindeyse dünyalar benim olurdu,geri geldin diye...

Ve bir gün,bahçem küçük geldi sana.Düşlerimin sınırlı olduğunu anladım o gün.Biteceğini bilmeden sevmiştim seni,diğerlerinden farklıydın çünkü.Gideceğini söyledin ve gittin...

O günden sonra,öldü çocuklarım şefkatten,sevgiden yoksun düşüp.Hayallerim,kanatlarına takılıp gitmişti seninle.Hayallerim,sevgim olmadan sulayamazdım tarlamı,yetiştiremezdim çocuklarımı.Teker teker öldü hepsi,kuruyarak can verdiler.Düşlerim gibi toprağa karışıp,yok oldular.Korkularım büyüdü,tohumlarla dolu çantamı fırlatıp attım gökyüzüne... Bir eşin yoktu çünkü senin...

Kuruyup,çöl olan bahçemde seni bekledim.Kargalar güldüler,bekledim.Heykeller güldüler,bekledim.Hayallerim öldü,bekledim... Bekledim... Bekledim...

2 Kasım 2008 Pazar

Av...

Başlanmayan bir günün,erken merhaba diyen gecesinde, yine bir şeyler yapma çabasıyla masanın başında oturup beklemenin getirdiği acı ve yalnızlık hissi,insanı düşünmekten uzaklaştırıyor aslında.

Dünya tersine dönmüş gibi hissediyorsunuz.Sanki koca bir meteor,dünyanın yanında geçerken biraz fazla samimi olmuşta,gezegenimizin aklını başından almış gibi.Güney kutbu,kuzey kutbunu tahtında düşürüp yerine çıkmış vaziyette.Haliyle penguenlerde şikayetçiler bu durumdan... Ne diyeceksiniz ki?

Kendi adıma; "Ben yapmadım." diyerek geçiştiriyorum.Zaten sorun da bu ya; "Hiçbir şey yapmıyor oluşum."

Başta oldukça güzel geliyor tabi.Sorumsuzluk göstergesi hareketler,dilediğim zaman yatar,dilediğim zaman kalkarım tafraları,gece yarısında sigara bulmak için maceralara atılmak felan. Ama sonrasında insan kendini mal gibi hissediyor.Evet,argo anlamındaki mal...

Bu acı verici duygu da,en çok hafta sonları dalga geçiyor insanla.Herkes arkadaşlarıyla takılıp,dışarıda sürterken,istediğin saatte yatağa girmenin getirdiği rahatlık,diğer günün akşamı uyandığında,kafatasını delip beyne saplanan bir çivi gibi hissettiriyor kendini.

Şimdi size; Erken yatın abicim,ne işiniz var gecenin bir yarısı internet muhabbetlerinde felan diyeceğimde.Sallamayacağınızı bildiğim için kendimi kasmama gerek yok,yani şu an örneklemiş olsam bile.Ben normalde uzun uzadıya,faydaları ve zararlarını televizyona çıkan doktorlar gibi anlatırdım ya,neyse işte.Kafanıza göre takılın...

Ama şöyle bir durum var ki; Kendinizi ben misali; Mal gibi hissetmeyin. Yapıyorsanız bile,boş vakitlerinizde eğlenin.Hayatta geçirdiğim her boş vakte söven bir insan olarak,bunları yazışım acı verici olsa da,insan bir süre sonra sevmediği şeylerden kaçamıyor hani. Yalnızlık,ayrılık,can sıkıntısı,ölüm...

Tıpkı,kaçmak istemediğimiz güzel duygular gibi,bu duygulardanda kaçamıyoruz.Kaçmayın...

Kaçarsanız,av olursunuz.