27 Aralık 2008 Cumartesi

Kozanın İçinde Bir Tırtılken Ben

Sahi ya? En son zaman vuruldum?
Ne zaman aldatıldım?
Ne zaman kandırıldım?
Ne zaman reddedildim...

Çooooooook oldu. O'su bol olandan hemde. Dikenli tellerden ördüğüm kozaya kapanalı çok uzun zaman geçmiş besbelli. Hayat beni unutmuş, ben kendimi unutmuşum.

Kırmızı kartlar koleksiyoncusuyken ben, hayat daha güzelmiş...
Çiçekler açarmış, sonra çürürlermiş...
Bir varmış, bir de yokmuş...
Ve 'O' olmayan şey; Benmişim.
En azından öyle sanırmışım, sabahlara doğru bu iskeleye demir attığımda. Ve sonra; Sabah olurmuş, dünyaya ve sokaktaki kedilere "Günaydın!" deyip, uyurmuşum.

Şimdilerde hayat o kadar normal ki; Benim gibi dünyanın dönüşüne ters bir adamın zoruna gidiyor haliyle. Biraz toparlayayım kendimi canım, hep böyle yaşanmışlıklarla hayat geçmez ki. Hayat geçer de, ben geçer miyim?

Bak yine sabah oldu. Ben şimdi "Günaydın" diyeceğim.
"Günaydın Dünya! Günaydın sokaktaki tüm kediler!"

İşte hikaye böyle başlıyor...

8 Aralık 2008 Pazartesi

Kendi Kendime

Bak yine yaptım işte. Başkalarını umursadım. Umursamamayı öğrenmeye çalışırken, insanları daha umursamadığımı farkettim. Çok karışık oldu ama gerçektende böyle.

Başta,herkesin iyi olmasını istiyoruz ve bunun için bir şeyler yapmaya karar veriyorsunuz. Fakat gelir görün ki; ortada bir karşılık yok. Olması gerekenlerin olmadığı bir dünyada yaşarken insan, beklentilerini gerçekleştirebilmek için kendi gibileri topluyor adeta. Bu; Tıpkı filmlerde olduğu gibi, bir dizi seçilmiş kişinin bir araya gelerek dünyayı kurtarması gibi. Gibisi fazla, kesinlikle öyle. Sonuçta; Dünya "Sensin." Senin gördüğün şeyler... Böylece sen kendini kurtarmış oluyorsun. Buradan da herkesin özel olduğunu çıkarıyoruz. Elbette kendine göre...

Herşeyin içinde bir "kendi" kelimesi saklı. Sen, kendinsin. Ben kendimim. Onlar kendileriler... Şeker kız candy gibi durdu biliyorum. Ama işler böyle yürüyor. Kendin gibi düşünen birilerini bulduğunda onlarla arkadaş oluyorsun. "İşte bu kız kendim gibi..." Diyorsun. Evet,öyle...

Ama umursama işine gelince, bazen kendin gibi olanlar bile senin onları umursamadığın kadar seni umursamıyorlar. Belki de "kendilerini" umursamıyorlar diyebiliriz. Bir süre bu kendilikleri sana batmaya başlıyor ve umursamamayı seçiyorsun ama bunu yapamıyorsun. Çünkü, bu işe başlarken umursayarak başlamışsın. Çocukluğunda babanın aldığı topu diğerleri ile paylaşmış, kendine aldığın sakızdan onlarada almışsın. Böylece, yaşınla paralel giden kazançlarını başkalarına verip kendinden esirgemişsin. Bizler buna "Fedakârlık" adını koyduk ve bir erdem olarak kabul ettik ama bu eskidendi...

Artık erdemli davranmak benden ve bizden beklenilen şey mi bilemiyorum. Fakat, farkettiğim bir şey var. Ben artık umursamamayı seçiyorum ve bu sefer, bunu başarabileceğimi düşünüyorum. Bazı şeyler ve bazı kimseler hayatımdan eksilebilirler ama en azından, kendime biraz daha değer vermiş olurum herhalde. Onları umursamayı seçtiğimde, elimdekilerin büyük bir kısmı bende kalabilir. Böylece, haketmeyen insanlara gösterdiğim fedakârlığın doğru yerlerde kullanılmasını sağlayabilirim.

Yazıyı Drowning Pool grubunun, artık hayatta olmayan vokali Dave Williams'ın seslendirdiği ve grubu herkese tanıtan parçanın sözleriyle bitirmek istedim. Ve bunun yazıyı berbat ettiğini iddia edenleri; Umursamıyorum....

I don't care about anyone
I don't care about anyone else but me
I don't care about anyone or anything but me
God damn I love me

Teşekkürler Dave... R.I.P.

1 Aralık 2008 Pazartesi

Olumsuzluk Eki

Niyesi yok işte... Yazamadım.Yapamadım,beceremedim...

27 Kasım 2008 Perşembe

Değişiklik

Değişikliğin sebebini, bir el parmaklarının 5'te 1'ini oluşturan okuyucu kitlem(!) merak etmiş olabilirler.Bu yüzden,yazmak lazım diye düşündüm.Yazalım,işimiz bu zaten.Bu blog bunun için var,bende bunun için buradayım.

Flush Royale: Kısaca özetleyecek olursak; Poker'deki en yüksek kağıt dizisi. Öyle mucizevi bir şeydir ki, insana kolaylıkla "Rest" dedirtebilir. Kısacası; Kazanırsınız.

Bende öyle sanıyordum. Fakat,anladığım kadarıyla çok az şeyi kazanabilmişim. Bunu da, değil Flush ile en fazla kent ile yapmışımdır. Oysa ki, neler neler kaybetmişim hayat denen masada. Hesaplayamadım..

Bu yüzden, tezat bir şarkı adı olan ve benim çok hoşuma giden Yavaş Çita'yı kullanayım dedim. Kazanamadıysam, kaybetmişimdir ve yavaş bir çita daima kaybeder.

18 Kasım 2008 Salı

Pasta Tarifi

Gecelere ve sabahlara dair yazdığım yazılar o kadar çoklar ki; Artık, bu sıradan şeyleri kullanmayacağım sanırım. Bu yazıyı bile, uykusuz geçen gecenin bir sabahında yazıyorken bunu nasıl söyleyebilirim bende bilmiyorum ama büyük bir ihtimalle, alışkanlıklarını kolay kenara atamayan biri olarak, bunu da beceremeyeceğim. Verdiğim bir çok sözü tutamadığım gibi, bunu da yapamayacağım.

İmza
Ben...

Şimdi başlayalım yazımıza. Elimizde olanları bir inceleyelim, bu iş biraz pasta, börek, çörek yapmaya benziyor. Malzemeler var, onları kullanarak yazıyorum, fırına vermek yerine sizlerin okuyabileceği yerlere gönderiyorum. Olay bundan ibaret, kısacası herkes yazabilir. Bu tanrı vergisi bir şey değil anlayacağınız. Bende, özel bir adam değilim zaten.

Malzemelerimiz neler; Bir adet Klavye, bir adet Not defteri, tüm bunları görebilmek için bir adet Ekran. Eğer, "Ben eski kafalı bir adamım." Diyorsanız. Bir yemek kaşığı kağıt ve bir adet kalem yeterli olacaktır. Tabi, un misali yazının özünü oluşturan en önemli malzemeyi unutmamak lazım. O da; Konu...

Buraya, "Şimdi benim bir konum yok." diye yazacaktım ama aslında var. Konu, olayın işleyişinden ibaret sadece, basit yani. Tabi, insanın konuyu kaç derecede pişireceğide mühim. Çok fazla ateşlerseniz yazıyı, yakarsınız. Kısık ateşte giderse olay, okuyacak adam sıkılır haliyle.

Malzemeleri ve püf noktaları verdikten sonra, nasıl yapıyoruz bu işi bir bakalım. Aslında, insanın aç olması lazım yazmaya. Yani, ilham perisi muhabbetleri falan yalan. Ben 32 Saat ayakta kaldığımı bilirim, gözlerimi kırpmadığım vakitler oldu. Hiç görmedim...

Ve ya, ne bileyim Stephen King'in tanımlaması ile kağıdın ( ya da ekranın) ortasında beliren o kara deliği falanda görmedim. Öyle olsa, bilgisayarın ekranı bozulurdu galiba... Sanmıyorum, yok öyle şeyler. Açsan yazmaya, yazarsın. Neyse...

Oturuyorsunuz, yazının acı mı, tatlı mı, ekşi mi, tuzlu mu olduğuna karar veriyorsunuz önce. Ardından, konu dediğimiz ana malzemenin üzerine yoğunlaşıp, yoğuruyorsunuz. Bunu yiyecek kişide önemli tabi, eğer yazıyı yiyecek kişinin ağzının yanmasını istiyorsanız acılı yapıyorsunuz, sevinmesini istiyorsanız tatlı yapıyorsunuz. Elbette, bu çok şıralı olmuş diyerek beğenmeyenlerde var. Yerseler...

Birde, Hijyen mevzusu var tabi. Genellikle, tavsiye ettiğimiz temiz olmasından yanadır lakin öyle yazılar vardır ki, istediğin kadar hijyenik davran, yinede kirlidir. Kokoreç misali...

Sonuç olarak; Yukarıda belirtmiş olduğum gibi, bu iş pasta yapmaya benzer. Kimileri yer beğenir, kimi yemediği halde beğenir, kimisi yer beğenmez veasire... Ama en güzel yanı; Kim ne derse desin, sen beğenirsin...

6 Kasım 2008 Perşembe

Düşler Bahçesinde Yaşam

Önce tohumlar düştü tarlaya,bilindik tohumlardan daha farklı.İçinde kan misali,koyu kırmızı renkli bir sıvıyla dolu. Dışı şeffaf,sert zarla kaplı tohumlar...

Burası benim bahçemdi.İçine çeşitli güzellikler ektiğim,mutluluklar yetiştirdiğim bir düşler tarlası.Hayallerle sular,parmaklarımla hasat ederdim yetiştirdiğim güzel kız ve erkek çocuklarını.Bir anne şefkati ile besler,nazikçe çıkarırdım ayaklarını topraktan.Sonra kadifeden kanatlar yapar,gökyüzüne bırakırdım onları; Uçmaları için...

Böylece geçip giderdi günlerim,böylece uçup giderdi hayallerim.Asla üzülmezdim gittikleri için,bilirdim ki yeni güzellikler yetiştireceğim bahçemde.Yeni umutlar doğuracak tarlam,yeni yüzleri tanıyacak...

Tarihini bilemediğim bir günün gecesinde, dolunayın ışıkları düşerken tarlalarıma, bir bir ekiyordum tohumların nicesini nemli topraklarıma. Kir tutmayan ellerim ve ellerim kadar temiz yüreğimle... Ay ışığında söylediğim şarkılarla....

Sonra seni gördüm. Küçük çocukların,özenerek sakladığı rengarenk misketler gibi ışığa tutulduğunda parlayan. İşte öyle parlıyordun ay ışığının altında. Avcumun içini huzur verici kızıl bir ışıkla dolduruyordun. Bıraktığım gibi tohumları,koştum iskambil kağıtlarından yaptığım evime. Karanlıkta baktım sana, ay ışığından uzakta. "Sadece ışıkta mı parlıyordu?" Diye sorarken kendi kendime. Oysa sen,tüm karanlıklara rağmen sürdürdün huzurla dolu kızıl parıltını...

Anladım ki; Farklısın...

Senin için tarlama küçük bir bahçe yaptım.Çevresini,tahtadan oyduğum oyuncaklarla doldurdum.Etrafına; Güller,Laleler,Açelyalar,Fulyalar,Menekşeler ektim.Sana arkadaşlık etsinler,yokluğumda yalnız bırakmasınlar diye... Tüm bunlar göstermelikti oysa,seni asla bırakmayacaktım.Ne olursa olsun,yanında kalacaktım.

İşte böyle başladı herşey...

Büyüdün yavaşça,bahçeme ektiğim tüm çocuklardan daha güzeldin sen.Doğanın bir armağınıydın bana. Onun her güzelliğini,ondan almıştın sanki. Koyu kestane saçların,bembeyaz tenin,sürekli gülmekten yukarıya kıvrılmış dudakların ve gözlerin,daha bir tohumken ışık saçmaya başlayan gözlerin,yine parlıyordu güneşleri kıskandırırcasına...

The Carpenters ezgileri ile büyüttüm seni.Korkuluk diye mermerden tanrıça heykelleri diktim bahçenin yanına,güzelliğin yanında o kadar çirkinlerdi ki; görenler korkar diye... Ve uçaksavarlarla kovaladım kargaları gökyüzünden.Tepende uçuşan arılardan kıskandım seni.Ve öldürdüm hepsini sana dokunamasınlar diye.Öyle kutsaldın ki benim için...

Ve tam anlamıyla büyümüştün işte,sen büyürken solmuştu tüm bahçem,onlara göstermediğim ilgisizlikten.Kendi kendimi de bitirmiştim seni büyütürken,kazâra yaralandığında kendi kanımı koymuştum damarlarına,sen ölmeyesin diye.

Kanatlar istedin benden.Elmastan,altından,yeşim taşından kanatlar yaptım sana,güzelliğine güzellik katsınlar diye.Oysa sen,öyle narindi ki; Taşıyamazdın hiç birini... Ve yakışmazdı diğerleri sana,uygun durmazdı mükemmelliğin yanında.Sonra,ipekte karar kıldım...

Günlerce uğraştıktan sonra bitmişti hazırlıklarım.Bembeyaz ipekten kanatlarını altından ipliklerle dikmiştim.Tenini acıtmasın diye korka korka takmıştım kollarına.Sevinmiştin. Her zamankinden daha mutluydun ve bir kiraz çiçeği açmıştı dudaklarının kenarında...

Sonra korktum.Kanatlarını her çırpışında,kalbim dahada hızlı atar olmuştu düşeceksin diye.Günlerce uğraşmıştım,bir aksilik çıkmaması için.Çıkmamıştı... Beyaz bulutların arasında kaybolurdun,her seferinde bir adım daha uzağa koşardım peşinden kaybetmemek için seni.Yere indiğindeyse dünyalar benim olurdu,geri geldin diye...

Ve bir gün,bahçem küçük geldi sana.Düşlerimin sınırlı olduğunu anladım o gün.Biteceğini bilmeden sevmiştim seni,diğerlerinden farklıydın çünkü.Gideceğini söyledin ve gittin...

O günden sonra,öldü çocuklarım şefkatten,sevgiden yoksun düşüp.Hayallerim,kanatlarına takılıp gitmişti seninle.Hayallerim,sevgim olmadan sulayamazdım tarlamı,yetiştiremezdim çocuklarımı.Teker teker öldü hepsi,kuruyarak can verdiler.Düşlerim gibi toprağa karışıp,yok oldular.Korkularım büyüdü,tohumlarla dolu çantamı fırlatıp attım gökyüzüne... Bir eşin yoktu çünkü senin...

Kuruyup,çöl olan bahçemde seni bekledim.Kargalar güldüler,bekledim.Heykeller güldüler,bekledim.Hayallerim öldü,bekledim... Bekledim... Bekledim...

2 Kasım 2008 Pazar

Av...

Başlanmayan bir günün,erken merhaba diyen gecesinde, yine bir şeyler yapma çabasıyla masanın başında oturup beklemenin getirdiği acı ve yalnızlık hissi,insanı düşünmekten uzaklaştırıyor aslında.

Dünya tersine dönmüş gibi hissediyorsunuz.Sanki koca bir meteor,dünyanın yanında geçerken biraz fazla samimi olmuşta,gezegenimizin aklını başından almış gibi.Güney kutbu,kuzey kutbunu tahtında düşürüp yerine çıkmış vaziyette.Haliyle penguenlerde şikayetçiler bu durumdan... Ne diyeceksiniz ki?

Kendi adıma; "Ben yapmadım." diyerek geçiştiriyorum.Zaten sorun da bu ya; "Hiçbir şey yapmıyor oluşum."

Başta oldukça güzel geliyor tabi.Sorumsuzluk göstergesi hareketler,dilediğim zaman yatar,dilediğim zaman kalkarım tafraları,gece yarısında sigara bulmak için maceralara atılmak felan. Ama sonrasında insan kendini mal gibi hissediyor.Evet,argo anlamındaki mal...

Bu acı verici duygu da,en çok hafta sonları dalga geçiyor insanla.Herkes arkadaşlarıyla takılıp,dışarıda sürterken,istediğin saatte yatağa girmenin getirdiği rahatlık,diğer günün akşamı uyandığında,kafatasını delip beyne saplanan bir çivi gibi hissettiriyor kendini.

Şimdi size; Erken yatın abicim,ne işiniz var gecenin bir yarısı internet muhabbetlerinde felan diyeceğimde.Sallamayacağınızı bildiğim için kendimi kasmama gerek yok,yani şu an örneklemiş olsam bile.Ben normalde uzun uzadıya,faydaları ve zararlarını televizyona çıkan doktorlar gibi anlatırdım ya,neyse işte.Kafanıza göre takılın...

Ama şöyle bir durum var ki; Kendinizi ben misali; Mal gibi hissetmeyin. Yapıyorsanız bile,boş vakitlerinizde eğlenin.Hayatta geçirdiğim her boş vakte söven bir insan olarak,bunları yazışım acı verici olsa da,insan bir süre sonra sevmediği şeylerden kaçamıyor hani. Yalnızlık,ayrılık,can sıkıntısı,ölüm...

Tıpkı,kaçmak istemediğimiz güzel duygular gibi,bu duygulardanda kaçamıyoruz.Kaçmayın...

Kaçarsanız,av olursunuz.

20 Eylül 2008 Cumartesi

Matbaa Makinesinin Çarkları

Hoşgeldin!

Üstelik tekrar da değil, ilk defa gidiyordum .Gittiğimde, hoşgeldin dediler işte. Sesimi çıkarmadım. Çıkaramazsın... Çıkarsan bile duyulmaz, çünkü çok kalabalıktır.

Gittiğim yer hayallerimi süsleyen; O gothic yapıyla inşaa edilerek, grotesk motiflerle süslenen eski kalelerin kabul salonlarına hiç ama hiç benzemiyordu. Düşlerken, duyar gibi olduğum mezarlık kokusunun zerresi bile yoktu. Burada,yaşadığım şehrin en ünlü mekanından bahsediyoruz. Ve bu mekanın içindeki bir mağazadan. Elbette o kokuyu alamazsın.

İçerisi tıklım tıklım, tüketicilerle (Benim gibi) dolu. İnsanı içeride tutmaya yetecek kadar güzel elbise var ve cehennem sıcağını uzakta tutmak için klimalar... Kokusu ise insanı rahatlatıp, bir hafta boyunca aç bırakılan bir domuz gibi gördüğü herşeye saldırmasını sağlayacak kadar etkileyici.

Yönetici daha önceden beni işe almak istediğini kendi ağzıyla söylemişti zaten. Koca bir makinenin içindeki en büyük çark. En azından kendi makinesinin içindeki en büyük çark diyebilirim. İlk gittiğimde onu göremesem de, ondan biraz küçük olan bir çarkla karşılaştım. Aslında, güzel sayılan bir kadındı. Yine de benim ilgimi çekmemişti. Ağzını açar açmaz, bir felaket meleği olduğunu farkettim.

'İşe gireceğim.' dediğim zaman, bana bakıp; 'Dosyaların hazır değil mi?' Dedi. Diğerlerinde olduğu gibi yüzünde hakir gören bir ifade yoktu en azında. 'Hazır... X Beyle görüşmüştüm.Dün akşam..' Diye cevapladıktan sonra garipsediğim bir cevap aldım. 'X bey sana yarın gelmemeni söyledi?' Diye söyledi sorarcasına, elbette cevabım hazırdı. Verdim... X Bey'i kafalamıştım, üstelik iki çalışan tarafından tavsiye edilmiştim! Benden iyisini mi bulacaktı?

'O halde X bey'i bir arayalım.Ah kendisi de geldi..' Dedikten sonra çekildi. Neden bu kadar sorun yapmıştı ki beni? Sanırım onu öldürmem gerekecek... Umarım öyle olmaz.

X Bey'le yapılan görüşmenin ardından, gereken her evrak ve daha fazlası hazırlanıp, nefis bir yemekmişçesine önüme sunuldu. Fakat tuzu biraz fazlaydı itiraf etmem gerekir. Çok fazla şeyi imzaladım, istifa dilekçemi bile tarihsiz olarak imzalatmışlardı. Üstelik alacağım yoktur diye de not düşürdüler. İstedikleri an atarlar, sorgusuz sualsiz. İmzalamıştım...

"Bedenimi, X Firmasının Y koluna kiralıyorum." şeklinde bir dilekçeyi verip, çıktım. Küçük bir çark olarak, Amerikan rüyasının içine girmek için. Faust'un Mephisto ile yaptığına benzeyen ve kanıyla imzaladığı sözleşmenin bir benzerinide ben imzaladım.

Neden sonra, arkadaşımın yanına doğru yol alırken, boş arazilere modern kaleler dikmek için çalışan işçilere bakıp, "Sadece ben değil,herkes bedenini kiralıyor. Bir işçi, bir manken, bir hayat kadını... Hiç birinin benden ya da birbirinden farkı yok." Diye düşündüm ve haklıydım. Ruhun senin olduğu sürece, bir problem olmaz. Eski Türk fimi replikleri gibi; "Bedenimi satın alabilirsin ama ruhumu asla!"

İşte böyle, bir inşaat işçisinin hayatı kadar zor olmasa da zor sayılır. Sana güzel bir maaş veriyorlar ve bedenini bir portakal makinesine sıkıştırıp posanı çıkarıp bir bardağa dolduruyor; insanlara satıyorlar. Ama yapılamayacak bir işde değil hani. Temiz bir yerde çalışacak, insanlarla ilgilenecek, çirkin gülümsememi güzelleştirip insanlara istediğini vereceğim. Hepsinden iyisi, yemek aralarında aldığım kartla güzel yemekler yiyeceğim. Fast food... Amerikan rüyasının uyuşturucularından birisi de bu işte...

Peki ne için? Bütün bunlar yani, bedenini kiralaman, insanların her istediğine tamam demen, en yakın arkadaşına "Z Bey" diye hitap etmen. Ne için? Yanıtı biliyorsunuz,söylememe gerek yok. Yine de, yazının devamı için ismini vermem gerek. Biz para diyoruz, fakirler küfrediyor, zenginler dilerse şaziye diyebiliyorlar.

Para önemli, bugüne kadar huzurum olsun diye düşündüğünüz olmuştur herhalde. Küçük isteklerle yaşayan insanlar olabilirsiniz. Bende öyleydim, fakat kalacak bir yeriniz olmayıpta, tanıdığınız insanların yanında kalınca ve arkadaşınız sabah 8'de işe giderken sizde onunla beraber evden çıkıp, tekrar eve dönene kadar boş boş dolaşıp, gidecek bir yeriniz olmadığını kendinize söylediğiniz zaman, paranın huzura neredeyse denk olduğunu farkedebiliyorsunuz.

Bu yazılardan para ya da hayatını kazanmayan bir yazar olarak, kendime sizin merak edeceğiniz şu soruyu soruyorum. Neden yazıyorum?..

Cevabım basit ve gerçek; Takdir edilmek için. Takdir edersiniz ki, herkes takdir edilmeyi ister. Öyle değil mi?

Öldürme işine gelince, bir mecaz olduğunu ve bunu yapamayacağımı hepiniz biliyorsunuz. Zıt biriyse eğer, biraz uğraşıp canını sıkacağım o kadar.

1 Eylül 2008 Pazartesi

Yenisi Eskisinden Beter..

Yeni dünyada yaşayınca,
İnsan eskisine imrenir.
Acaba eski dünya,
Yenisinden güzel midir?

Gelen gideni aratır derler,
Bu da öyle birşey işte..
Zaman akıp geçtikçe,
Geride kalanlar hep güzeldir.

Pişmanlık desem değil bu.
Ben o zamanlar yaşamadım.
İnsanlar geçmişi yaşarken,
Ben henüz doğmamıştım.

Sen kir ellerde görünce,
Paradan iğrendin ya.
Biz nankör kalplerde,sahte aşklar görünce,
Aşktan,sevgiden iğrendik..

Öldün diye üzülmedim.
Seni ne kadar sevsemde...
Sende bugünü görseydin,
Eminim üzülmezdin.

Neyzen Tevfik'e saygılar...

23 Ağustos 2008 Cumartesi

Bir Gün Önce,Bir Gün Sonra

Önce tıraş oldum,gecenin bir vakti.Sebepsiz yere,bir anlık istekle geceleri tıraş olurum ben.Sonra çıkar gezerim sokaklarda,kendimi kedilere ve yıldızlara beğendirmek istercesine.Yüzümde bir tebessüm yoktur mutlu olduğuma dair,kötü de değilimdir çoğu zaman olduğu gibi...

Belirsiz ve plansız bir yaşamın içindeyim.Her gün yaptığım şeyler birbirinin aynısı gibi görünse de,farklıdır.Her gün yemek yer,uyur,televizyon seyretmem.Fakat,bunların zamanı farklıdır,televizyon izlememek dışında.Her gece ya da gündüz,uyumadan önce dua etmem ama hayal kurarım.Mütemadiyen yaparım bunu,dua etmek kadar güzeldir.Belki de aynı şey...

Yine tıraş oldum ve dışarıya çıktım.Adım adım yürüdüm,adım atmadan nasıl yürünür ki zaten? Yürüdüm işte,boştu yollar.En nefret ettiğim şeydir,ayakkabı bağlamaya çalışırken sigara yakmak.Nefret ettiğim halde yaktım yine,sanki acelesi varmış gibi.Yolda yürürken,yarıyı bulmuş sigarayı içmeye devam ettim.Sık sık aldım sahte nefesi,hızla bitiyormuşçasına.

Sonra bir yağmur damlası indi gökyüzünden zembil misali.İşlediğim günahı silercesine,sigaranın ucuna indi.Talihsizlik mi yoksa doğru bir şey mi bilemedim,söndürdü sigarayı.Ardından tüm sigara sırılsıklam oldu benim gibi.Gecenin karanlığında,yağan yağmur kesti rüzgarın uğultusunu,korkularımdan arındırmakla birlikte,yürürken önüme bakmak yerine izlediğim yıldızların önünü kapattı. Bir kapıyı açtı tanrı,sonra bir diğerini kapattı.

Sonra ayak sesleri duydum ıslanmış sokakta,kendi adımlarımdan farklı bir tonda."Demek ki yollar o kadar boş değilmiş" dedim kendi kendime,bir serseriydi ya da bir tinerci,ayıramazsın ikisini birbirinden.Islanmış yolda benim kadar gamsız yürüyordu.Önüme geçip durdu,para istedi benden.Yok desem anlamaz,gerçekten de yoktu.Çaresizce yok dedim,ısrar etti.Gözlerinin içine baktım.Güzeldi gözleri...

İrice,siyah göz bebekleri vardı,beyazını göremiyorsun karanlıkta ama ayna gibi parlıyordu dükkanların ışığında.Kendini görüyordu insan.Israr etmeye devam etti,vermedim.Yoktu çünkü... Sinirden kısıldı gözleri ben ona bakarken.Ben gözlerine,o üstüme bakıyordu.Sonra kolu hareketti,yavaş hareket ediyormuş gibi geldi bana ama vücudumdaki acıyı hissedince yanıldığımı farkettim.Bıçaklamıştı beni,üzerimde olmayan para için...

Beni yaralayabilecek,belki de öldürecek kadar cesur; Fakat bunu yaptıktan sonra kaçacak kadar korkak biri tarafından bıçaklanmıştım yağmurun altında.Sokaklar tekrar boştu,bense elim yaramın üzerinde bir kaç adım atıp bir binanın duvarına yaslandım.Beni iyileştirebilecekmiş gibi hissetmeyi umdum,değildi.Ama daha rahattı oturduğum taştan kaldırım.

Başımı kaldırıp,gökyüzünden düşen su damlacıklarına baktım.Gözbebeğimin ortasına kondu birisi,sonra süzüldü yanaklarımdan gözyaşlarımla birlikte yaramın üzerine.Çocukluğumda izlediğim,süper kahramanları anlatan çizgifilmleri geldi aklıma.O çizgifilmlerde olduğu gibi yağmur kana karışınca beni ölümsüz bir süper kahramana çevirir miydi acaba? Muhtemelen olmazdı.Olmadıda zaten...

Oturup bekledim,ne yıldızlar vardı gökyüzünde ne de kediler geziyordu ıslak sokakta.Bir başımaydım sadece.Haykırmaya çalıştım,sadece hıçkırıklarımı duydum.Sesim çıkmıyordu o sessiz sokakta,yağmurun sesine karışırken hıçkırıklarım ölümü düşündüm.

Bir gün önce sebepsiz yere, "Öleceğim." demiştim.Yok yere bir an için ağzımdan çıkmıştı sözcükler,gülüp geçmiştim.Korkmamıştım ölümden,durduk yere,bir sebep yokken ölür müydü ki insan. "Ölüyormuş demek ki..." diye düşündüm.Gerçekten de ölebiliyormuş...

Öylece bekledim,kaldırım taşlarının üzerinde,mermer dükkanlarının yakınında,mezar taşlarının kenarında,dünyanın sonunda,ıslanmış sokaklarda.Bir başkası olsa,gayret edip hastaneye giderdi.Yardım arayıp birilerini bulurdu.Hastaneye gidemeyecek,birilerini arayamayacak,kalkıp yürüyemeyecek kadar üşengeçtim.Oturup bekledim sadece,sonra gözlerimi kapatıp karanlığa "Merhaba!" dedim.

Gözümü açtığımda yatağımdaydım.Her zamanki gibi çarşafları yerinden sökmüş,yorganı yere atmış,yastığı ayakucuma kadar taşımıştım uyurken.Karanlığa değilde,yeni ve farklı bir güne; "Merhaba!" demiştim.

Yolda yürürken,gördüğüm rüyayı düşündüm.Islanmış,bıçaklanmış ve ölmüştüm rüyamda.Birşeyleri değiştirmek umuduyla düşündüm.Psikologa gittikten sonra,hayatını düzeltmeye çalışan bir insan gibi karar aldım.

Sonra eve döndüm.Vakit geceyi bulmuştu evde otururken.Tıraş oldum,üstümü giyindim ve sokağa çıktım.Boş boş yürüdüm ve yağmur yağdı.

27 Temmuz 2008 Pazar

Tüm Yaptığı Dün Gece,Zırhını Parlatmaktı.

Olan olmuş,biten bitmiş.Hep böyle olur zaten.Çalışırsınız,didinirsiniz,dünyayı ya da herhangi birşeyleri daha iyi yapmaya çalışırsınız.Doğru olanda budur zaten.Ama bir yanlış vardır ortada...

İnsanlar yaptıklarınızın karşılığını vermezler,maddi konularda bu tarz problemler yaşandığında,kimse peşini bırakmaz yaptığı işin karşılığını.Para bu,kolay kazanılmıyor.Peki neden,maddi değil de,manevi şeylerde de insan yaptığı şeylerin karşılığını alamadığında peşini bırakır? Bu doğru mu bilemiyorum.Yani kararsızım.Bu tarz şeyleri çok geçirdim çünkü,bugüne dek hep peşini aramadım.Belki de aramalıydım.

Şimdi ise buna tahammül edecek durumda değilim.Birşeyler yapıyorsam eğer,karşılığını almalıyım.Bu bir takdirde olsa bana yeter.İronik olan ne biliyor musunuz? Başkaları,yaptıklarının ardından ödüller alıp,mevki kazanırken ben bunları almayı geçelim, olduğum yerde durmak,daha fazlasını yapmak için çabalıyorum.İşte burada bir hata olduğu kesin.

Ömür boyu,karın tokluğuna çalışan bir adam düşünün.Ne kadar dayanır sizce? 10 yıl? 20 yıl? Kesin süre vermek yanlış ama kesin birşey varsa o da dayanamayacağıdır.Bende dayanamıyorum artık.

Yine de,açık açık birşeyler yapmak doğru olmaz.Olsa da,ben yapamam bunu biliyorum.Ama geçmişte yaptıklarımdan farklı olsa da,aynı şeyi yapacağım sanırım.Daha iyisini... Hep bunun için çabalamamış mıydık? Lincoln gibi,onca deneme ve başarısızlığın ardından,son bir denemeyle en tepeye çıkmak.

hiç umursamıyordu
taktığınız maskeleri
tüm yaptığı dün gece
daha güçlü başlamaktı...

Bana verdiği ilhamdan ötürü,Özver Yılmaz'a ve Deli Gömleği'ne teşekkürler...

24 Temmuz 2008 Perşembe

Druid'in Günlüğü: Kral'ın Yolu

Geçmişte yazılmaya değer diğer şeylerden farklı olarak bu; Aslında yazılması gereken bir yazı. Birkaç sayfadan daha fazlasını etse de, kısa ve öz olarak anlatacağım Kral'ım hakkındaki gerçekleri. Belki de, sadece ailesinden gelen bir kan bağı olmasına rağmen, ona kralım dememin tek sebebi, ki benim kralım olmasa da, bir kral olmayı onun kadar hakeden bir başkasının olmamasıdır.

Genç yaşımda tanıdım onu, ileride uzun bir dostluğa ulaşacak bir münasebetimiz olacağını bilmeden tanıdım. Sıkıcı kişilerin, elflerin, insanların ve yarı elflerin arasında, yalnız başına bir yıldız gibi parlıyordu adeta. Seçimleri, anlattıkları ve kararlarıyla gerçek bir kral olarak yön vermişti hayatına. Yani, sadece kanında akan kandan dolayı bir kral olmadı hiç bir zaman.

Onunla birlikte yürüdük yollarda. Hiç durmadan yürüdük, düştüğümüzde yaralarımızı birlikte sardık. Aynı kuru ekmeği paylaştık, kazandığımız ganimetleri adilce bölüşmedik hiç bir zaman. Paylaşamadığımız tek şeydi para. Elbette bunun sebebi, paraya olan düşkünlüğümüz ya da açlığımız değildi. Paylaşmadık çünkü, o ikimize aitti ve sayısı önemli değildi. Birlikte harcadık, kuru ekmekten fazlasına sahip olduğumuz dönemlerde.

Benden sonra bunları bilecekler olanlar için, onunla aramdaki bağı anlatacağım okuyanlara, okumayı gerekli göreceklerini bilerek üstelik. Onu ve beni tanıyanlar, bunu bilselerde bilmeyenlere gerçek bir ders olacaktır bu yazı.

Adım adım geçtik diyarlardan, arşınladığımız yolları saymak hiç kimsenin haddine düşmez tanrının dışında, isteselerde sayamazlar zaten. Algıları buna yetmez, beceremezler. Şarap akan nehirlerden geçtik, dönüp arkamıza bakmadık bile. En güzel yemişlerin yetiştiği bağlarda dinlendik yorulduğumuzda. Ama elimizi uzatıp birine dokunmadık bile. Çünkü bilirdik hakkımız olmadığını ve hakkımız olmayanlara dokunmadığımız için kaybettik belki de. İki kişi giriştiğimiz mücadelelerde, binler'e karşı savaşırken...

Hiç bir zaman son derece güçlü olmadık, zengin olmadık, şöhretli olmadık. Bunu istemedik bile, en iyi olmayı arzuladık ve birlikte olduğumuzda, insanlar bunu görmesede biz 'en iyi'ydik.

Ve farkettiğimiz şey şu oldu onca yolun sonunda, ne kadar zengin olursan ol, zenginliğini harcayacak birileri olmazsa bir önemi olmaz. Ne kadar şöhretli olursan ol, yanında birileri olmadığında bir önemi olmaz. Ve ne kadar güçlü olursan ol, tek başına binler'i de devirsen, zafer sarhoşu olarak düşmanlarının ölüleri etrafında da gezsen, yanında zaferini paylaşacak kimsen yoksa kazandığın zaferin bir anlamı olmaz.

Biz şöhret için, para için, güç için yürümedik nice diyarda, biz sadece birlikte yürümeyi sevdiğimiz için yürüdük yollarda. İyisiyle, kötüsüyle birlikte yaşadığımız hayatımız boyunca omuz omuza savaşıp hayatta kalabildiğimiz için yürüdük.

Sen; Kralım! Yaşadığın süre boyunca mutlu ol. Hükmedecek bir tebân olmasa da, bir kralsın bunu hiç bir zaman unutma. Damarlarında soylu kan aktığı için değil, yaptığın seçimlerden dolayı bir kral olduğunu unutma.

Ve siz bilmeyenler, bilin ki Gealdor Pallanen soysuz insanlara hükmetmektense kendi hayatına hükmetmek için vazgeçti Kral'lığından. Ona kral diyecek birileri olmadığını düşünmeyin sakın! Kimsesiz değil çünkü; Ben, yanında yürüyen yoldaşı onu kral biliyorum ve bu biz'e yetiyor.

Druid'in Günlüğü: Kral'ın Yolu
Çoğu kişinin bildiği ismiyle Torgal Calengil, nam-ı diğer Şekil Değiştiren. Küçük ahalinin arasında Kurtlarla Dans Eden Adam. Ormanların içinde Güzyeli. Kabullendiği zayıflığı ile Yavaş Çita. Kral'ın seslenişiyle; Calengil.

23 Temmuz 2008 Çarşamba

Geç mi kaldım?

Kaybolur mu gerçek arkadaşlar? Ya da unutulur mu gerçek arkadaşlıklar... Belki de ikinci cümle hatalı oldu diyebilirim.Direk bir yazıya başlama ümidiyle bastığım tuşlar sanırım beni yönlendiren bunları yazmaya...

Hayat parçalara ayrılmış,bunu biliyorum.Bilmeyenlerse,hayatı umursamayanlar sanırım.Eğer öğrenmek isterseniz,fotoğraf albümlerinize bakın.Orada göreceksiniz,sizin çocukluğunuz,ergenliğiniz ya da yetişkinliğinizle alakalı durumlar aslında.Yaptığınız seçimler birazda,hayat denilen su birikintisinin etrafına kum serperek verdiğiniz yatak misali...

Arkadaşlar kaybolmuyor,bu dünyayı terketmedikleri sürece.Terkedenler hatırlanıyor zaten,'unutulur mu?' derken hata etmiştim dedim ya.Görüşmeseniz bile hatırlanır zaten.Peki ama neredeler?

Geçmişlerini tetikleyecek birşeyler olmadığında hatırlıyorlar mı sizi? bizi? Tekrar karşılaştığınızda verilen tepkiler nasıl oluyor? 'Vaay hiç değişmemişsin!' yada 'Görüşmeyeli epey oldu,napıyorsun? Nerelerdesin?'

Olduğumuz yerde değil miyiz hep? Yani nereye gidiyoruz ki,kaçımız herşeyi geride bırakıp,uzak diyarlara kaçıyor ya da kaçabiliyor? Neredeyse hiç kimse,belki de hiçbirimiz demek daha doğru olur.Takip ediyorsanız,sizli-bizli yazmayı seviyorum zaten.Ben yaşıyorum,sizlerde yaşıyorsunuzdur muhtemelen.

İmkanınız olsa,geçmişten bugüne tanıdığınız ve arkadaşlık ettiğiniz her insanı hatırlayıp,onlarla görüşmek için bir tura çıkar mıydınız? Ben isterdim çıkmayı,en azından arkadaşlıkların fotoğraf albümlerinde kalmalarını istemiyorum.İstemememe rağmen bir şeyler de yapamıyorum.Tüm bu isteklerim,çevremdekileri kaybetmemekten geçiyor aslında.

Arkadaşlarımın mutlu fotoğraflarını görünce,keşke yanlarında olsam diyorum.Hep beraber olsak,birlikte takılsak,küçük bir adamız olsa sürekli mutlu mesut,istediğimiz herşey yapılabilse felan.Tozpembe hayaller....

Bir şeyler öğütler gibi bitirmeyeceğim bu yazıyı.Zaten yeterince karmaşık oldu,neler anlatmak istediğimi yazıya dökemedim.Öğütvari birşeyler yazıp daha da bulandırmayacağım ama sanırım yukarıda anlattığım yeri biliyor gibiyim.

Benim dinimde ve kitabımda şöyle söyleniyor.Eğer cennete giderseniz,orada istediğiniz kişiyle görüşmek gibi bir fırsatın var.Orada istediğiniz yakınınızla buluşma,bir arada olma fırsatın var.Bu benim eskiden duyduğum birşeydi.Ki eminim doğrudur,pek bilgili sayılmam bu konularda zaten.Ama gerçekten de,cennetin güzelliğini tasvir edebilmek çok güç olurdu sanırım.Yine de,yukarıdaki istediğim olmaz cennet güzel sayılmaz galiba değil mi?

Bir çok soru sordum yazı içinde,fakat merak ettiğim tek soru.Şu fani dünyada beceremediğim ama öldükten sonra gitmeyi dilediğim yerde rahatça yapabileceğim şeyler için biraz geç mi kaldım?

18 Temmuz 2008 Cuma

Bir Köstebek Yuvasıdır Dünya...

Yoruyor artık, yıldırıyor çoğu şey... Herşey gibi.

Önceden severek yaptığım(-ız) çoğu şey, artık sıradan gelmeye başladı. İnsan her zaman bir yenilik arayışı içinde ama bu arayışın göklere çıktığı anlar var. Monotonluğun dibe vurduğu anlarda mesela. Hayatın,şifre kullanılmadan oynanılan bir sims oyununa benzediği zamanlarda...

İşe gidiyorum, orada geçirdiğim 10 saati, verilen araları baz alarak dörde böldüm. Başlangıç-Çay Molası, Çay Molası-Yemek Arası.. Bla bla... Böyle sürüp gider her günüm. Akşamları da bir o kadar sıkıcı. Ama en azından günüm ve gecem hızlı geçiyor. Sayılı gün çabuk geçer hesabı...

Sonra soruyorum kendime; "Ne zaman boşluğa düşer insan, bir şeyler yapamadığı anlarda mı?" Bence, sürekli aynı şeyleri yaptığı zaman boşluğa düşüyor. Koca bir delik var ve içindesin. Her gün, o deliğin içindeki çıkıntıya tutunarak çıkmaya çabalıyor ve düşüyorsun. Bir gün, o çıkıntıyı tutacaksın ama bir süre geçince yıldırıyor yaptıkların seni, mahvediyor ama çaren olmayınca ve dört bir yanında kirli duvarlar varken tek umudun yine o çıkıntı oluyor.

Hayat için zor diyorlar, bunu farkediyorsun. Aslında bir yandan da çok basit. O çıkıntıya tutunduğunda, zorluğu felan kalmıyor. Sonra yine bir deliğe düşüyorsun, yine bir çıkıntı. Hiç bir delik çıkıntısız olmuyor ama olanlarda var. Şanslı olmak zorundasın bir deliğe düşerken, düşmemek gibi bir seçeneğin yok. Elinde sonunda düşeceksin ama düştüğün zamanda şanslı olacaksın.

Dünya bir devin yumruklarıyla oyulmuş, devasa bir köstebek yuvası. Binlerce delikle doldurulmuş toprak parçası. Adım atıyor, düşüyor, sonra tekrar çıkıp, tekrar düşüyorsun. Yürümezsen yaşayamazsın. Sonunda ulacaşacağın bir yerler var elbette. Rahat yaşam adı veriliyor. Aslında 'rahat yaşam' dedikleri, devin yumruklamayı unuttuğu yerler. Oraya geldiğinde, hiç bir yere gidemiyorsun. İstesende, gidecek takatin olmuyor. Daha fazla delikle uğraşmak istemiyorsun.

Geriye bakmaya gerek bile yok. Önüne bakman gerek yoksa deliğe düşersin. Hiç birimiz devin yumruklamadığı yerlerde doğmadık ki! Yani, en azından herkes o kadar şanslı doğmuyor. İleriye baktığımda da, bir sürü delik ve deliklerin kenarından geçebileceğim yollar görüyorum ben. Yürümem gerek. Eğer yürümezsem, dünyanın dönüşü, beni en büyük deliğe düşürecek, gökyüzüne ya da uzaya.

Size bir tavsiye vereyim mi?

Yolculuğa başlamadan önce ayakkabılarınızı iyi seçin. Kolay eskimeyecek ve hepsinden önemlisi yüksek topuklu olsunlar. O zaman işiniz daha da kolaylaşır.

10 Haziran 2008 Salı

Siz olsanız?

Blog'a her girişimde düşünüyorumda; Ben bu kadar yazıyorum okuyan var mı acaba?

Galiba yok. Çünkü yorum yok. Hiç bir insan mükemmel yazamaz. Bana göre yazsa da,sana göre yazamaz en azından. O yüzden, "kimse beni sallamıyor" cevabına varıyorum buradan.

Aslında, yukarıdaki soru bir şaşırtmacaydı. Asıl sorulması gereken soru şu; "Ben onları sallıyor muyum?"

Siz olsanız,ne cevap verirdiniz?

Melih Media Player

Winamp'ı açtım.

Playlist'ten kendimi seçtim bugün. Play tuşuna bastım, sesim çıkmadı. İşe yaramıyor olsa gerek, .mp3 olarak kaydedilmemişim herhalde. Ayak uyduramadım bir türlü. Söyleyemedim şarkımı, hayat bazen yapar böyle, aldanmamak lazım.

Ne de olsa, başka media player'larda var. ;)

9 Haziran 2008 Pazartesi

Kazık Kalemdir, Mürekkepse Kan




İnsan kazık yemeden yazamıyor. Yazdığı zamanda böyle oluyor işte. Göstereyim mi?


Bir insan aşıkken yazamaz.Ne kadar sevdiğini kelimelere dökemez, yapamaz bunu. Yapmayı denese de beğenmez, yırtar atar. İnsan mutluyken yazamaz. Çünkü insanlara anlatır, eğlenir.Eğlenmek varken, yazmak niye? İnsan memnunkende yazamaz. Bir şeylere karşı koymak istemez, hataları anlatmak istemez, sorunları çözmeyi de öyle...


İnsan, kafası bulanıkken yazar. Kafatasını yarıp, beynini dökemeyeceği için kaleme sarılır. Ayrıldığında suskundur, konuşup olayı daha da büyütmemek için ya da yarayı daha da derinleştirmeyi istemez. Yazar onun yerine, eğer yazabiliyorsa.Yazmıyorsa kafatası mevzusuna doğru uzar olay...


Birini çağırmak için mektup yazar. Bir sorunu çözmek için dilekçe, işe alınmak için başvuru falan. Öyle işte...

Neyse, lafı uzatmayalım. Memnunum ve mutluyum. Sorunlarım var ama çok küçük. Yazmaya değmeyenlerinden hani. Mürekkep parası etmeyecek olanlardan...

Teşekkürler...

3 Haziran 2008 Salı

Türkiye'nin Transilvanyası




Korkutucu güzelliği ile geliyor gece, sadece gündüzleri normal görünümünde olan köpekler, geceleri dönüşümlerini tamamlayarak özlerine dönüyorlar ay ışıkları ile birlikte.Demir tabelaların gıcırtıları korkutuyor yıldızları, sokakların karanlığı boğuyor parlaklıklarını ve esen rüzgar hıçkırıyor burada.


Kimsenin aklına gelmeyecek, bu küçük şehirde dünyaya oranla, dünya haritasının üzerine yerleştirilen bir toplu iğne büyüklüğündeki bu şehirde, burada doğanların hissetmediği bir değişkenlik var aslında.

Bir mermer ustasının oyduğu mezar taşlarının süslediği bir dükkanın önünden geçiyoruz gece vakti. Bakamıyoruz yazanlara korkumuzdan. Zaten geceleri korkutucu bir güzellik taşıyan bu küçük şehir, daha da büyüyor gözümüzde.

O kısa süreli gece yürüyüşlerinde, uğruna ülkelerin birbirine girdiği petrolün satıldığı yere gidiyoruz. Peki ne için? Ciğerlerimizi istila edip, nefesimizi yerinden eden dumanı körükleyen sigarayı almak için.

Dönüşümüz, gidişimize oranla biraz daha korkutucu. Sağsalim bıraktığımız sokakları bambaşka şeylerle dolu bulmamak için dua ediyoruz. Geceleri, bekçilik yaptığımız sokaklardan ürperip kaldığımız sığınağa dönmek için beynimiz, ayaklarımıza hızlanmaları için komut veriyor. Bilinçli ya da bilinçsiz, yapıyoruz. Fakat kimse korkusunu belli etmemeye çalışıyor. Yapılan ufak tefek şakalar dışında. O şakalarda, karanlıkta bizi izleyenleri uzak tutmak için kahkahalardan bir duvar örüyor etrafımıza. Onlarla dalga geçiyoruz...

Lanetli bir şehir demek doğru olmaz belkide. Fakat başka boyutlar gibi bir çekim gücü var bu şehrin. İşlerini hakkı ile yapanlar için sürgün yeri burası. Anadolu'nun biraz güneyine düşüyor olmasına rağmen sürgün yeri. Gelenlerin, gitmek için can attığı, her tatilin gelişi için dua edilen bir yer. Burada yaşayanlarınsa; "Bir gün gelir, tayinim çıkar." "Gün gelir, üniversiteyi kazanır, bir daha dönmem buraya." dedikleri bir yer...

Bu şehrin laneti yalnızlığı ve ıssızlığı belki de. Burası için, ne perili, ne de lanetli diyorlar. Söylenilen tek bir şey var; "Bu şehirden gitmek isteyen, burada kalır..."

Neyse ki, seviyorum bu şehri. İçinde yüzlerce kişi yaşamasına rağmen, yalnız başına kalan bir şehir. Kalabalığın ortasında bir başına, adımlarla ezilen bir şehir. Sakin ve sessiz...

İstemiyorum ama söylenilenden pay çıkaracak olursam eğer; Gideceğim bu şehirden...

1 Haziran 2008 Pazar

Yazamıyorum.




Yazamıyorum artık.

Kalemler,kitaplar gibi... Toz dolu sayfalardaki gibi.Unuttuğumda hatırladığım gibi.Kendimi dinlediğim zamanlarda ya da arkadaşlarla yan yana oturduğum zamanlardaki gibi yazamadım.Bıraktım kendimi boşluğuna...

Boşluk ya,boştu işte.Yazamadım boş olunca.Ama adam oldum.

Galiba...

18 Nisan 2008 Cuma

Sadık Kedi

Ah o eski şarkılar.. Yine buldular beni, playlist'i açıp kendim seçsem bile çektiler beni kendilerine, geçmişi yâd edercesine dinledim. Hayallerim geldi aklıma, güldüm geçtim.. Hangisi gerçekleşti ki? Doğru ya, ben hiç gerçekleşebilecek hayaller kurmamıştım.

Aşka dair şeyler yazmayı dilerdim. Şiir belki de.. Hiç beceremedim ama. Yazsam da pastoral olurlardı herhalde, çiçekler ve böcekler yeterdi bana. Adem'in Havva'yı kıskandığı gibi, doğadan kıskanırdım seni. İnsanları düşünmedim bile, sevmiyorum çünkü onları.

Biraz düşündüm de, şimdilerde düz yazıyı bile beceremiyorum. Şiir benim neyime? Sen beni böyle sev yeter. Cümle kuramayan, düşünemeyen ama güdüleriyle hareket eden, şiir yazmayı bırak yazı yazmayı beceremeyen küçük bir kedi yavrusu gibi sev. Nankörlük etmem ben... Kedilerde nankör değil, duygulular sadece o kadar...

9 Nisan 2008 Çarşamba

Ölü Civcivler ve Jokerler


Sessizliğin içinde bir yerlerde..
Kendimi bulamadığım zamanlarda
Yola çıktım yeni baştan..
Bu ilk seferim olmasa da...

Boş bir oda, boş bir adam, boş bir sayfa.. Ne için peki?

Yeni baştan yazmak için mi? Benim bir kalemim yok. Olsa da parmaklarım tutar mıydı acaba? Beynim emir verir miydi ellerime, verse bile iletir miydi sinir hücrelerim? İtaat edip zorlasalar bile vicdanım kabullenir miydi yeni sözcükleri..

Dudaklarıma baktım aynada, biçimsiz, solmuş, çatlaklarla bezenmiş. Gerçekleri ya da yalanları söyleyemeyecek kadar kötü. Kim isterdi ki yalan söylemeyi zaten. Ben isterdim. Hiç olmadığını, beni sevmediğini (ki bu bile şüpheliydi bir yerde..) , dünyaya gelmediğini... Söylerdim bir yerde. Ama inanır mıydım yalanlarıma işte orası şüpheli.

Sahte hayatlarla, ruhsuz insanlarla dolu olan çevreme baktığımda görebildiğim tek şey senin kopyalarından ibaret aslında. Birinin saçı,diğerinin gözü, öbürünün inatçılığı çeker beni onlara. O zaman var olan yalanlar senfonisinde bende söylerim şarkımı. Bir geceliğine de olsa..

Mutlu görünen ve sürekli gülen ben'in altında yatan leş yığınını canlı tutmak için neler feda ettiğimi bir bilsen. İskambil destesinin içindeki soytarıyı oynamanın ne kadar da zor olduğunu, kartları her seferinde itinayla seçtikten sonra hala bahse girmenin korkusunu, kazandığında sevinememenin getirdiği soğukkanlılığı görebilsen.

Değişen bir şey olmazdı herhalde. Bir soytarıdan kral yaratamıyor insan, alışkanlıklarını terkedemiyor,canını çıkarmadan huyunu çıkaramıyor. Huyum kurusun, ben hala civcivleri boğmadan sevmeyi öğrenemedim.

6 Nisan 2008 Pazar

Ben Kazandım..



Biliyorum,sizler; en büyüksünüz.Gerçekten..

Mavi boşluğa uzanan o gökdelenler kadar,dünyanın çevresini saran karanlık geceler kadar,Dünyayı aydınlatan güneş kadar,sayfalarca gerçekleri anlatan kitaplar kadar.Herşey sizin elinizde,ipler mesela..
Bir o yana,bir bu yana çektiğiniz ipler.Ben yürürken arada sırada sündürdüğünüz,bazense düşürmek için salıverdiğiniz ipler.Ne kadar basit öyle değil mi? Çek ve bırak..

Kulaklarımı tırmalayan rüzgara bir şeyler fısıldayan,adım attığım toprağı sallayan,damarlarımda akan kanı zehire çevirip hayatımı mahveden.Bazen yolda yürürken ayağımın altına konulan muz kabukları,bazense içtiğim suya karışan uyku hapları...

Evet.. Ben küçüğüm,üstelik Gökdelenleri ayakta tutan çiviler kadar! Karanlık gecelerde gökkubede parlayan yıldızlar kadar! Güneşten yayılan ışık huzmeleri kadar.. Kabul edin,ben ve benim gibiler olmadan.Sizler birer hiçsiniz...

Sanırım sona geldik öyle mi? Güzel...

...

Ne?! Ben!? Ben mi yenileceğim?

Ellerinizi açın bayanlar ve baylar... Görmek istiyorum.

Kızlar.. Ve papazlar.. Aslar! Bu çok iyi...

Bende tam olarak bundan bahsediyordum.Elinizde birden fazla kız,papaz hatta as olabilir.Fakat bende bunların hepsi var.Benim çeşitliliğim,sizin sabitliğinizi gölgeliyor...

Flush Royale..

Ben kazandım.Siz.. Kaybettiniz.

Cumartesi

Güzel geçen bir cumartesi akşamı,bir önceki cumartesi kadar harika olmasa da,biraz daha fazla içki ile o günü yakalamaya çalışmak...

Bu saatler,oturup düşünmek ve geçmişi hayal etmek için çoğu kişi yanlış bir an gibi görünse de,insan istediğinde,her an;birşeyleri anlamak için idealmiş,bugün bunu anladım.Geriye dönüp baktığımda,"İşlerin bu kadar hızlı gidemeyeceği" gerçeğini gördüm.Bu hıza ayak uydurmak için geç mi kaldım? Yoksa hayatın başında mıyım bilmiyorum ama bugünden sonra da muhtemelen birşeyler değişmeyecek,ben ya da bu yazıyı okuyan sizler,yarın kalktığınızda çoğu şeyin değişmediğini farkedeceksiniz.

Geçen cumartesi demiştim ya,bazı şeyleri anladığımız o akşam buraya yazamadıklarımı,bu gece buraya yazmayı planlıyorum..

O akşam herşey beklediğimizden de farklı geçti."Sıradan bir gün.." demiştik,akşamda sıradan olacaktı her zaman olduğu gibi...Ve beklediğimiz gibi de oldu.Fakat hayatı sıradan yaşamamıza rağmen,aynı yaşantının içindeki farklılığı sezmek,o güne has birşeydi sanki.O gün konuşulanlar,geçmişin artıkları olan rüyalarla,sözleri tozlanmış şarkılarla ama aynı tadı veren bira ile değişiverdi.

"Hayatta birşeyleri değiştirmek istiyorum.." Demiştim,fakat elimde olanlar bu değişime yetebilecek miydi? Bilmiyordum,bilemezdim."Bugün daha iyi hissetsen de,sabah olduğunda hiçbirşeyin değişmediğini görmek.." Dedi arkadaşım,haklıydı da.O kadar umutlanıp,içindekileri sayıca az ama yeterli sayılan dostlarla paylaştıktan sonra,az miktarda alınan alkolün verdiği mutluluk hissi ile yatağa huzurlu girdikten sonra sabah kalktığında,hayatın aynı olduğunu görmek can yakıcıydı..

Geçmişten de bahsedildi o akşam,her zaman yaptığımızdan farklı bir şekilde bahsedildi hem de,"Hey gidi günler.." diyerek anlatılan hikayeler yerine,"Keşke" lerle başladı sözcükler.. Geçmişte yapmamız gerekipte yapamadıklarımız birinci sırada yer alıyordu.Bende birikenler fazla gibiydi sanki ya da ben başkaları ile kendimi kıyaslamak yerine,kendimi,kendimle kıyaslamıştım..

Geriye dönmenin bir imkanı olup olmamasından bahsetmiyorum bile,herhalde geriye dönüp tekrar yaşasam o günleri,yine aynı şeyleri yapardım.Yine o ağaçtan düşer,yine o haltı yer,yine o sevgilinin kalbini kırardım.Bugün düşündüklerim,o günlerden bana kalanlar ve şimdi doğruya ulaşmamı sağlayan denemelerdi.İçimde biriktirdiğim ve atamayacağım anılardı.Beni bugün 'ben' yapan tüm değerlerdi.Elbette,pişman değilmiş gibi görünsem de,hatalarımı kabullenmek dışında pişman olduğum noktalar olmuştu.Yine de,ne kadar pişman olursam olayım,pişmanlıkların bile yararı olduğunu anladım artık...

Gelecek için kaygılanmak,geçmiş için üzülmek için,ne çok erken,ne de çok geç aslında.Durduğum şu noktada,bir geriye,bir de ileriye baktığım da,hala değişebilecek birşeyler var.Sıradan gibi görünse de,hayata atılan ufak rötuşlar,geleceği nasıl değiştirip,geçmişi nasılda düzeltiyor o gün bunu farkettim.Kader çizgisi her gün yenileniyor.Tablondaki eksikleri doldurman ve resme yeni bir kaç parça eklemen için sana biraz daha boya veriyor..

Bugün ve her gün,aslında herşey için tam zamanı! O gün;bunu anladım...


Dipnot: Bu yazının yazılmasına katkıda bulunan,Efes Pilsen ve Tuborg firmalarına teşekkürler..