14 Şubat 2009 Cumartesi

Yalnız Bir Adamın Kayıp Mezarlığı

Bu soğuk kış zamanı, Pazar günlerinden birinde neden burada olduğumu yalnızca ben biliyordum. Eşim, yine eski arkadaşlarımla buluşup, takıldığımı sanıyordu. Tam manasıyla yanlış sayılmazdı bu. Aslında, hiç tanışmadığım bir arkadaşımın mezarının başında durmuş, etrafı izliyordum.
Benim gibi varlıklı adamların çoğunun garip yanları olurdu. Bu da benim garip yanım sayılırdı aslında. Müzayedeye çıkma şansı olmayan ve birçok kişinin göz ardı ettiği eserleri toplamak gibi. Onları bulmak için yüksek fiyatlarla, onları gizleyen yerleri satın alır ya da kiralar, içindekileri topladıktan sonra aldığım fiyattan daha düşük bir fiyata satarım. Bu hobimin, etrafa para saçan biri olduğumu yansıtması açıkçası beni pek endişelendirmiyor. Keza, kazandığım paraları harcamak en doğal hakkım ve nereye yatıracağımsa, benden başka kimseyi ilgilendirmezdi.
Bu mezarı satın alabilmek içinse, koca bir evi satın almak durumunda kalmıştım. Aslında, kötü bir fikir değildi. Bu tarz, eski ve müstakil yapılar her zaman ilgimi çekmiştir. Şimdi onlardan bir tanesine ve çok daha fazlasına sahiptim. Elbette, bu evi bana satan kişi bunu bilemezdi. İçindeki eşyalarla birlikte, bana göre cüzi bir fiyatta, satışa çıkan ev dışarıdan bakınca bir harabeyi andırsa da, içindeki güzellikleri ancak sayılı kişiler görebilirdi.
Kapıdan içeriye girdiğim zaman, içeriyi dolduran o çürümüş koku, bir insanın cesedinden ziyade, bizzat evin kendisinden geliyor gibiydi. Yıllar boyunca, insanları dış etkilerden koruyan bu taş duvarlar, şimdi emekliliklerinin sonuna gelmiş gibiydiler. Tadilat bile burayı kurtarmayabilirdi. En azından, burayı alırken konuştuğum kimseler, bu şekilde olduğunu söylemişlerdi. Eski bir alışkanlık, ne olduğunu umursamadan aldığım yerleri bile araştırmak yapımda vardı. İşe yarıyordu aynı zamanda, bu sayede o eserlerin burada olduğunu öğrenmiştim.
Bu eski arkadaşımın, evinden dışarıya sadece işleri ve alışveriş için çıktığını öğrenmiştim. Kendi halinde, çevresindekilere zararı dokunmayan biriydi ve sabıka kaydı yeni doğmuş bir çocuğunki kadar temizdi. Hiç evlenmemişti ve en yakın akrabası kilometrelerce ötede bir şehir mezarlığında yatan kuzeniydi. Ve ben, bugünden tam yirmi beş yıl önce ölmüş olan yalnız bir adamın mezarlığına girmiştim.
Salon pek büyük sayılmasa da, hoş bir görüntüye sahipti ve oldukça muntazam şekilde yerleştirilmiş duvar resimleri ve tablolarla süslüydü. Gözlerim, istemsiz bir şekilde üst kata çıkan ve her an çökecekmiş gibi duran merdivenlere yönelmişti. Diğer odaları gezmeyi planlamıyordum. Evi alırken bile gezmemişken, şimdi kontrol etmek pekte önemli değildi.
Merdivenleri dikkatle tırmanmış, eski ve çürük oldukları için her zaman yaptığım gibi basamakları çift adımlarla tırmanmak yerine, normal bir şekilde teker teker çıkmıştım üst kata. Karşımda duran alan, üç farklı yöndeki ve birbirine doğru bakan odalara ilişti. “Mezarı hangisiydi acaba?” Diye düşündüm.
Sol tarafımda kapısı yarılanmış olan kapı, “Ben değilim.” Diyerek geriye çekilmiş ve ihtimalleri yarı yarıya düşürmüştü. İçerisi, sıradan bir şekilde döşenmiş bir yatak odasından ibaretti sadece ve orada ölmediğini biliyordum.
Sağ tarafımda ve karşımda duran iki kapıdan birini aralarken, alnımda biriken terleri fark ettim. Verdiğim paradan değil de, yanlış seçim yapmaktan korkmuştum. Burası değilse yine uzun bir araştırma sürecine girecektim. Kovalamaca, yakalamaktan daha güzel olsa da, bir süre sonra sıkıcı bir iş haline geliyordu.
Risk alarak, sağımda duran kapıyı araladım ve odaya eski eşyaların doldurulmuş olduğunu gördüğümde, içimde garip his uyandı. Belki de, onun parçaları buradaki tahta sandıkların içine doldurulmuştu ve bulunmayı bekliyorlardı. Onları bulan kişi, ben olabilirdim. Fakat öyle olmadı, bulduğum tek şey içi boş tahta sandıklar ve üç beş parça kırılmış ve tahtakuruları tarafından kemirilmiş mobilyalardı.
Geride tek bir seçenek kalmıştı. Bunun beni umutsuzluğa sürüklediğini söylemeliyim. Yine de, geride kalan son seçeneği denemeden, hatta defalarca evin altını üstüne getirmeden buradan gitmeye niyetli değildim.
Odadan çıkıp, son şansıma doğru ilerledim. Çıktığım odanın kapısını örtmeyi gerekli bulmamıştım. Ne de olsa, cebimdeki belge evin artık bana ait olduğunu gösteriyordu. Üstelik içindekilerle birlikte.Kapıya doğru ilerledim ve açtım. Ve kalan son kurşunumla, hedefi tam ortadan vurduğumu gördüğümde, içimdeki hissi bilinen hiçbir duyguyla açıklayamazdım. Sevinç, gurur ve daha fazlası…
Parçalanmış zihninin her bir parçası önümdeydi. Özenle ciltlenmiş kitaplar, kenara köşeye saçılmış olan kâğıtlar, odadaki raflardan farklı olan tek eşya bir yazı masaydı ve üstünde içindeki mürekkebi kurumuş olan okkayla beraber, kalemler, yazılmaya hazır parşömenler vardı.
İşte burası, onun mezarlığıydı. O yalnız adam aslında, şu anda devletin kendisine tahsis ettiği mezarda huzurlu bir şekilde yatmasına rağmen, onun gerçek mezarlığı buradaydı. Her birini kendi yazdığı, romanları, şiirleri ve öyküleri, bu odanın içinde, bu raflara gömmüştü. Yazılarını hiçbir zaman bir yayınevine götürüp bastırmak istememişti. Kendisi için yazıyor, yazdığı eserleri özenle ciltleyerek, kitaplaştırıyordu. Daha şöhret olmadan, şöhretten korkmuş gibi bu hazineleri, vücudunun birer parçası olan bu yazıları, insanlardan saklamıştı.
Elime tozlanmış kitaplardan birini alıp açtım. İçindeki ilk sayfada kendi adı vardı, bir de kısa not. Şöyle yazıyordu; “Geride bıraktığım her kitap, her yazı, her satır, her kelime. Toprağın içine gömülen bedenimi tekrar hayata döndürecek, bana yeni bir kimlik kazandıracak ve bana yeni bir yaşam sunacak…”

Hiç yorum yok: